19 Şubat 2007 Pazartesi

FUAT GÜNER




BARIŞ'IN PROGRAMI İKİ


KÖŞELİYDİ BİZİMKİ DÖRT!




Mazhar - Fuat - Özkan üçlüsünün Fuat'ı ilk kez bir televizyon projesine 'evet' dedi! Barış Manço'nun porgramının yapımcı ve yönetmeni Erkmen Sağlam ile bir TV programı için kolları sıvayan Fuat Güner: İki programın tek ortak yanı; aile programı olmaları....

SEZEN BAŞARAN

Türkiye'nin gelmiş geçmiş en sevilen gruplarından MFÖ'nün güleryüzlü üyesi Fuat Güner, bundan 19 yıl önce Barış Manço'nun Türkiye'ye sevdirdiği '7'den 77'ye'yi akıllara getiren yepyeni bir televizyon programına başlıyor. Bugün ilk bölümü TRT 1 ekranında yayınlanacacak olan 'Fuat Güner'le Kuşaktan Kuşağa' adlı program, '7'den 77'ye'nin yönetmeni ve yapımcısı Erkmen Sağlam'ın imzasıyla izleyicisiyle buluşacak...
Güner, program için Anadolu efsanelerini, kahramanlık hikayelerini anlatacak; dünyada anlatılmaya ihtiyacı olan ülke ve kentleri gezecek. Ayrıca her hafta ünlü bir de konuğu olacak. Güner; çocuklarla sohbet etmeyi de ihmal etmeyecek...

ö 'Fuat Güner'le Kuşaktan Kuşağa' adlı programınızın, Barış Manço'nun 7'den 77'yesi ile benzerlikleri ve farklılıkları neler?
Fuat Güner: Başta; her iki programı yapan ekip aynı... '7'den 77'ye'nin yönetmeni Erkmen Sağlam, bu programın da yönetmeni. Onun yüzünden girdim bu işe aslında. O da benim yüzümden... Birbirimizi iteledik yani... (Gülüyor) Aslında '7'den 77'ye'nin devamı gibi değil ama ona benzeyen bir formatı var programın. Biz bu program için yeni baştan bir format yarattık. O iki köşeliydi, bu dört köşeli. Yani bunun daha fazla detayı var. Onda konuk yoktu, bende konuk var. Bunlar stüdyo çekimleri ama herhangi bir yerde de olabiliyor. Mesela bugün yayınlanacak ilk programın konuğu olan Ajda Pekkan'la Dolmabahçe Sarayı'nda çekim yaptık. Müjdat Gezen'le kendi tiyatro kulisinde... Mühim olan sohbetin güzel olması.

ö Program vesilesiyle hem Türkiye'yi hem de dünyanın ilginç noktalarını gezeceksiniz. Artık size 'modern seyyah' diyeceğiz herhalde...
F.G.: Biraz öyle... (Gülüyor) Nerelere gideceğimizi Erkmen araştırıyor. Gittiğimiz yerlerin insanlara anlatılmaya ihtiyacı olması lazım. Kimsenin bilmediği yerler olmalı. Bir ülkeyi seçerken, tabiat güzelliğine bakmıyoruz; tarihine, kültür yapısına, insanların yaşama şartlarındaki ilginçliklere bakıyoruz... Mesela Guinness Rekorlar Kitabı'na girmiş rekorlarla ilgili bir bölümümüz var. Kitaba girmiş olayları gidip yerinde görmek üzerine kurulu. Bu bölüm yeni; '7'den 77'ye'de yoktu.
Erkmen Sağlam: Zaten bu programın '7'den 77'ye' ile bir ilgisi yok. Ortak yanları; ikisinin de aile programı olması. Bir diğer benzerliği ise bizim o programı yapan ekip olmamız. Barış Manço'ya '7'den 77'ye'yi yazıp, araştıran, söyleten de bendim. Üslup birliği ister istemez olacak. Ama yeni köşeleriyle ve farklı yorumuyla ondan ayrılacak. '7'den 77'ye'de gidip bir yöreyi anlatıyorduk. Burada Anadolu efsanelerini, kahramanlıkları, mitolojik efsaneleri ele alacağız. Yani 7'den 77'ye ile hiç ilgisi yok, sadece andırıyor çünkü bu da bir aile programı.

ö Türkiye'de hikayesi ve efsaneleri olan yerleri tercih edeceksiniz. Yurtdışı seyahatlerinizde neler belirleyici olacak?
F.G.: İlk yaptığımız program için Urfa'ya; yurtdışında da Rio, Sao Paulo, Kolombiya-Bogota, Venezuella ve Caracas'a gittik. Mesela Rio nasıl, kaç tarihinde kurulmuş, kim keşfetmiş sorularından başlayarak; sosyal, kültürel ve tarihi yapısı, müziği, halkın nasıl yaşadığı gibi soruları cevaplayan bir yol çizdik. Bundan sonraki programlarda gittiğimiz ükedeki en iyi sanatçıyı; müzik adamı olabilir, ressam olabilir, programa konuk almak istiyoruz. Hatta belki ben onlarla birlikte müzik bile yapabilirim.

ö Bu formatta bir araya gelmek istediğiniz sanatçılar var mı?
F.G.: Olmaz mı; Paul McCartney! Elton John, Sting, Eric Clapton gibi isimlerle böyle projeler için hayal kurmazsanız bu işi yapamazsınız.

'EMNİYETTE HİSSETMELİYİM'
ö Programda Barış Manço'yu hatırlamamanın imkansız olduğu bir bölüm var; çocuklarla sohbet... Çocuklarla iletişiminiz nasıldır?
F.G.: Evet 15 dakikalık çocuk bölümümüz olacak her programda. Onlarla aram hep iyidir, açıkçası onlar da bana bayılır! Çünkü hiçbir zaman çocuğa çocuk gibi davranmam ben. Ben çocuğa 'naber arkadaşım' diye yaklaşırım...
E.S.: Gocunmuyorum ama programı Barış'ınkine benzetmek doğru değil. Bizler aynı ekolden insanlarız. Aynı dünya görüşünde olan insanların söylemleri de örtüşür. Benim de en büyük korkum; bu bölüm örtüşüyor diye Barış'ı taklit ediyormuşuz pozisyonuna girmek...

ö MFÖ'nün Fuat'ı olarak fazla ön planda olmadığınız ortada. Ve bu konuda sizin de sitemkar olduğunuzu herkes biliyor. Bu zamana kadar Mazhar Alanson ve Özkan Uğur birçok projede yer alırken, siz neden geri planda kaldınız?
F.G.: Ben kendimi emniyette hissedeceğim bir şeyin içinde olmak istedim hep. Benim için hangi ekipte olacağım, kiminle çalışacağım çok önemli. Erkmen 45 yıllık arkadaşım. Ve yaptığı programları nasıl yaptığını, işini nasıl ciddiye aldığını biliyorum. Bu bana çok uydu. Bana en son bir mafya babası rolü gelmişti. Herkes mafya babası rolünde zaten! Altından kalkarım ama bir dizide görünmek istemiyorum.

ö Neden, oyunculuk cazip gelmiyor mu?
F.G.: Oyunculuk; oynayacak bir oyununuz varsa caziptir! Ben eğitimimi oyunculuk olarak almadım. Zekası olan adam oynayabilir. Öğrenmesi gereken tek şey; oynamaması gerektiği! Yani 'o adam' olmak gerekiyor. Ve bu da o kadar kolay değildir! Başarısız olurum korkusu duymadım ama kendime yakın bir iş istedim. Bu programda hem müzik var, hem de kültür...

MFÖ'NÜN SONU NE OLUR BİLEMEM! ARTIK NEREDE TRAK ORADA BIRAK!

ö Bu program MFÖ'den bağımsız ilk projeniz mi olacak?
F.G.: Televizyon açısından ilk olacak. MFÖ'nün dışında Erdal Kızılçay'la birlikte 'Beatles Alaturka' yapmıştık. İngiltere'de İngiltere Kraliçesi'ne çaldık! Liverpool'da BBC Radio Merseyside Radio'da halkın isteğiyle bir numaraya kadar çıktı parçamız. Balet Plak albümünü de çıkardı. Ama Türk halkı ve basını pek ilgilenmemişti. Halbuki bugüne kadar kim çalmış İngiltere Kraliçesi'ne bilmiyorum!

ö Sizin yerinize Mazhar Alanson ya da Özkan Uğur gitseydi, daha mı çok ilgi gösterilirdi sizce?
F.G.: Hayır bu benimle ilgili değil... Bence önemli bir şeydi ama buradaki magazin havadisleri herhalde daha ağır basıyor...
E.S.: Banu Alkan varken kim takar sanatı!* Her birinizin ayrı ayrı projelerle gündeme gelmeniz yavaş yavaş MFÖ'nün parçalanmaya başladığı haberlerinin destekçisi mi? F.G.: MFÖ'nün sonu konusunda bir şey söyleyemem. Nereye kadar giderse artık... Nerede trak orada bırak durumu!

ö Dağılma fikri size ne hissettiriyor?
F.G.: 37 yıldır beraberiz... Mazhar-FuatÖzkan gibi bir grup bir daha zor gelir! Ben MFÖ'nün tamamen parçalanıp gitmesinden zevk almam. Çok emek verdik ama şartlar bizi o noktaya getirirse bir şey yapamam...

ö Şartlar derken?
F.G.: Herkesin kendi yaşantısı var. Eskiden daha çok aynı fikirde birleşirdik; şimdi ayrı görüşler, değer yargıları var. Dolayısıyla grubu devam ettirmekte zorlanıyoruz. Sıkıntılar var ve ne zaman çözülür bilmiyorum.

ö İlişkileriniz ne durumda? Günlük hayatınızda görüşmeye devam ediyor musunuz?
F.G.: Orta şekerli, çok keyifli değil... Zaten hep öyleydi. Bundan 10 sene öncesinden başlayarak şekerliden orta şekerliye döndü. Biz üç ayrı yaşamdan bir sentez oluşturduk ama artık beraber çalışmaya zorlanmaya başladık. Birbirimize vakit ayıramıyoruz. Herkesin hayatını nasıl geçireceğine dair kafasında bazı planlar var. Özkan, dizilerde çok başarılı. Mazhar da oyunculuk yapıyor. Bana da soruyorlardı; 'Sen neden yapmıyorsun?' diye. 'Onlar yapıyor diye illa ben de yapmak zorunda mıyım?' diyordum. Benim kimsenin bilmediği başka işlerim vardı zaten. Ama önemli şeylerdi bunlar. Yedi sene telif hakları kuruluşunun başkan yardımcılığını yaptım. Müzik okullarının açılmasında katkım var, birçok müzikal projelerin gerçekleştirilebilmesi için altyapı hazırlıkları yaptım, cingıllar, reklam müzikleri, dizi ve film müzikleri yapıyorum.

MİRCAN KAYA


Sâlâ adlı üçüncü albümü ile dünyada büyük
ses getiren MİRCAN KAYA:

BU ŞARKI, SEVGİLİSİ ÖLEN BİR KADININ HAYKIRIŞI!

Kendini biraz Laz, biraz Gürcü, en çok da dünyalı olarak tanıtan Mircan Kaya: Ben 'Sâlâ'yı kendi bildiğim şekilde okuyor, yorumluyorum. Bir anlamda dini bir öğeyi, yenilikçi bir anlayışla, başka bir biçimde icra ediyorum...

SEZEN BAŞARAN

Önce ‘Bizim Ninniler' adlı albümüyle bebeklerin dünyasına giren, ardından geleneksel müzik yorumları albümü ‘Kül’ ile BBC’nin playlist’inde kendine yer bulan, şimdi de 'Sâlâ' adlı uluslararası albümüyle dikkat çeken müzisyen Mircan Kaya; biraz Laz, biraz Gürcü, en çok da dünyalı olarak tanıtıyor kendini... Cenaze namazına çağrı olarak okunan ‘sâlâ’dan yola çıkarak kendi ‘sala’sını yazan Mircan Kaya, albümle aynı adı taşıyan parçanın; bir kadının kaybettiği sevgilisinin ardından haykırışı olduğunu söylüyor.
İlk Megrelce (Güneybatı Kafkas dil ailesinden Gürcüce, Lazca ve Svanca ile akraba bir dil) caz parçalarını kapsayan albümde; İngilizce, Türkçe ve Megrelce parçalar hayat buluyor. Nasıl bir albüm derseniz; cevabı şu... Geçmişin ilksel etnik sesleri, çağdaş enstrümanlarla buluşuyor; böylece Kuzey cazını çağrıştıran yeni bir sound ortaya çıkıyor... Sözlerin çoğu ve bestelerin tamamı Mircan Kaya’ya ait olan albüm, müzikal anlamda üst seviyede bir dil taşıyor. Çünkü albümde Özdemir Asaf, Edgar Allen Poe, Tennyson ve Metin Eloğlu'nun da dizeleri var. Aynı zamanda bir deprem yüksek mühendisi olan Kaya, müziğe olduğu kadar mühendisliğine de sıkı sıkıya bağlı...

ö Sâlâ adlı albümünüzü elinize ilk aldığınızda ne hissettiniz?
Albümün kartonet tasarımı İngiltere'de yapıldı, aylarca süren bir çalışma oldu.Kartoneti CD ile birlikte elime aldığımda birkaç akşam göğsüme bastırarak uyudumalbümle... Benim için o kadar kıymetli ve önemliydi. Fakat albümü çok sıkdinlememeye gayret ediyorum; çünkü başka müzik çalışmaları yaptığım için, yeniyapacağım çalışmaların öncekilerin tekrarı ve benzeri olmaması çok önemli. Onun içinbiraz ayrı kalmaya çalışıyorum önceki çalışmalardan. Kulaklarımı temizlememgerekiyor ya da yeni çalışmalar için içimde akan müziği öncekilerin etkilememesineözen gösteriyorum. Böylece tekrara düşmeyi engellemeye çalışıyorum. Arada birdinliyorum ve her defasında iyi hissediyorum.

‘HER ALBÜM BİRBİRİNDEN DEĞİŞİK OLACAK’

ö İlk albümünüz 'Bizim Ninniler'in ardından, ikinci albümünüz 'Kül'; gelenekselmüzik yorumları albümüydü. Ve şimdi de 'Sâlâ'... Üçü de birbirinden bağımsızçalışmalar... Bunun nedeni nedir?
'Kül' yalnız bizim türkülerimizen oluşmuyordu. İçinde başka ülkelerin halk şarkılarıda vardı; Gürcü, Boşnak halk şarkısı da... Aslında amacım her albümde müziğimdeyönümü değiştirmek değil. Sadece eserler arasında sıçramalar var. Yani bir eserdiğerine benzemiyor. Aslında 'Sâlâ'nın içinde de geleneksel ezgiler, tatlarfazlasıyla var. Geleneksel enstrümanlar, Batı enstrümanlarıyla birliktekullanılıyor. Yön değiştirme ancak şunun için söylenebilir; 'Sala' tamamen benimbestelerimden oluşan bir albüm. Diğerleri anonim ezgilerin yorumlanmasıyla ortayaçıkmış albümlerdi. Bu bakımdan haliyle Sala ile diğer albümler arasında fark olmasıgerekiyor. Bir farklılık veya yön değişikliğinden söz edecek olursak, bunu buşekilde yorumlamak lazım. Bundan sonra yapacağım çalışmalarda da bu görülecek. Çünkübir sonraki çalışma Sâlâ'ya benzemeyecek. Çünkü tekrara düşmemek çok önemli.Kendinizi tekrar etmeye başladığınız zaman artık üretemiyorsunuz demektir. Yeniden Sâlâ'ya benzeyen bir albüm yapmanın benim için de dinleyiciler için de çok fazlaanlamı olmaz.

ö Bu durumda müziğiniz, basına yansıdığı gibi ‘laz cazı’ değil, dünya müziği olarak adlandırılmalı...
Kesinlikle! Bir kategoriye dahil edilmek istemiyorum ama ben dünya müziğiyapıyorum. 'Bizim Ninniler' de, 'Kül' de, 'Sala' da dünya müziği otoritelerinin çokdikkatini çekiyor zaten. Etnik müzik veya dünya müziği adı altında yorumlayabilirizbu nedenle... Ancak Lazca caz tanımı yapılacak iki parça var albümde. Lazlar tarafından bu iki parça çok büyük sevinçle karşılandı. Çünkü daha önce benzeri yapılmamış parçalar bunlar. Sonraki yapılacak çalışmalara da referans ve ışık tutuyor. Lazca dilini daha farklı bir dinleyici kitlesine ulaştırıyor. Kaybolmakta olan bir dil olduğu için, o dile ve kültüre özendirici biretkisi var. Bu iki parçayla köklerime gönderme yapıyorum aslında.

ö ‘Sâlâ’ dinleyiciye hangi mesajı veriyor?
‘Sâlâ’, biliyorsunuz ölülerimizin ardından okunan bir duadır. Cuma namazından önce;cenaze namazına çağrı olarak okunur. Bebeklik yıllarımdan başlayarak beni en çoketkileyen ezgidir. Üniversite yıllarımda o zamanlar kurmuş olduğum senfonik rockgrubuyla 'Sâlâ'yı İngilizce okumuştum, ama sözleri tamamen farklıydı. Kaybedilmişolan sevgilinin ardından bir kadının haykırışı 'Sala'. Sözleri farklı ama makamorijinal. Ben 'Sâlâ'yı kendi bildiğim şekilde okuyor, yorumluyorum. Bir anlamdageleneksel olan bir şeyi; dini bir öğeyi, yenilikçi bir anlayışla başka bir biçimdeicra ediyorum.

ö Peki dini bir öğe olan 'Sâlâ'yı bambaşka sözlerle okumanız tepki topladı mı?
Olumsuz bir tepkiyle hiç karşılaşmadım. Sonuçta ben sala makamını kullanıyorum vekendi sözlerimle onu yorumluyorum. Ama albümümün adı 'Sâlâ'. Ölmüş, sevilen kimseninardından okunan bir sala bu. Yani bu eserde kendi hayatıma göndermeler var. Birçoksevdiğim insanı kaybettim ben. Bu şarkıda başkalarının acılarını da hissettiğimiçin, bu duyguyu taşıyan herkesin ruhuyla söylüyorum.

ö Türkçe değil de İngilizce okumanız nasıl bir tepki aldı?
İngilizce benim hayatımda çok önemli bir dil. Çocukluğumdan beri Türkçe'den sonra ençok kullandığım dil. İngilizce kitap okumayı da hep çok sevdim. Genç kızlık yıllarımEdgar Allen Poe ve Shakespeare gibi yazarları okuyarak geçti. O dönemde yaptığımızmüziğe böyle bir şeyi katmak çok cazip gelmişti. Her şeyi çok mantığa vurarakaçıklayamam, çünkü çok sezgisel şeyler bunlar, içten gelen şeyler. Neden İngilizceokuduğumun cevabı bu işte. Başka bir dil de olabilirdi ama ben İngilizce'yi çokseviyorum. İngilizce egemen dildir, bu albümde egemen olanla egemen olmayanı içiçegeçirmek, onları aynı duyguda birleştirmek gibi de bir tema var. Bu albümdeİngilizce, Türkçe ve Lazca dilleri kullanıldı. Çünkü onlar benim dillerim.

'İNGİLTERE'DE DE YAYINLANDI'
ö Siz bu albümü dünya için mi yaptınız, Türkiye için mi?
Dünya için yaptım, özellikle Türkiye için bir şey yapmıyorum. Müzik yaparkenherhangi bir kitleye hitap etmek gibi bir kaygı taşıyarak yapamazsınız. Şu grup dinlesin, bu grup dinlesin, ya da Türkler dinlesin, Fransızlar dinlesin diye yapamazsınız. Dışarıdaki insanlara çok daha ilginç geliyor. Aslında bizim insanlarımıza da ilginç geliyor ama; kitap okumayan, iyi müzik talep etmeyen, popüler olanla, yüzeyde olanlarla yetinen bir toplumumuz var ne yazık ki. Eleğin üstünde kalan; gerçek sanatı, kültürü, müziği, edebiyatı takip eden herkes albümle ilgili çok güzel şeyler söylüyor.

ö Müzikseverler sizi tanıyor mu sizce? Kim olduğunuzu ne yaptığınızı biliyorlar mı?
Daha çok yeni, albüm çıkalı 1 ay oldu. Piyasaya ilk verilenler tükendi. Ticari kaygılar güderek yapılmadı bu çalışma ama böyle bir ülkede bile bu kadar ilgigörmesi çok büyük başarı diye düşünüyorum. Albüm çıkar çıkmaz, Mondomix Müzik hemen anlaşma yapmak istedi dünyaya dağıtımıyla ilgili. Mondomix; dünya üzerindeki enönemli kültür sanat kuruluşlarıyla ortak işler yürüten bir kuruluştur. Onun sadece 'Sala'yı değil, benim yapacağım bütün müzik çalışmalarına sahip çıkması çok önemli. Albüm İngiltere'de de yayınlandı. Albümün yurtdışı serüveni giderek artan bir ilgiyle devam edecek görünüyor. Daha da önemlisi, bu tür olumlu yorumlar sonrakiprojelere esin oluyor, size kuvvet veriyor.

ö Albüme ismini veren 'Sala'nın dini anlamı gözönüne alındığında; bu çalışmada bir ağıt havası sezinleniyor sanki...
Burada biraz felsefe yapmamız gerekiyor. İnsanların çoğu; acı çekmekten, ağlamaktan,derin acıları yaşamaktan korkuyor. 'Sala' bütün duyguları, acıyı da, sevinci de,umudu da, en dip noktasına kadar hissettirmek amacı taşıyan bir albüm. Çünkü öyleyaşanarak icra edildi, öyle söyleniyor. O yüzden albüme karamsar diyecekseniz;dünyaya da karamsar demeniz gerekiyor. Hayatın kendisi her türlü duyguyu içinde barındırıyor. Acıyı da, sevinci de, umudu da... Benim yaptığım müzik de böyle. Yaptığım üç albümde de bu var, bundan sonrakilerde de olacak. Bunları dikkatealdığımızda; hem karanlık, bir taraftan da eğlenceli bir albüm diyebilirim. Sizin bakışınız nasıl, o önemli. Ben mutlu müzikten zevk almadığım için, hayata böyle bakmıyorum.

ö Albümün kapağında dikenli tel görseli kullanılmış. Bu sizin dünyanızagirmenin hiç de kolay olmadığının bir göstergesi mi?
Dikenli tellerin arkasındaki yaşamın hiç de kolay olmadığı mesajını vermek, dinleyiciyle araya bir tür mesafe koymak, bir metafor oluşturmak için kullanıldı o dikenli teller. Hiçbir şeyi süt liman görmediğim için dikenli tel çok önemli bir imge benim için. O yüzden grafik tasarımcı Neil Jenkins ile başından beri bu imgeyi kullanmak istedik.

'MEGRELYA'YA DİKKAT ÇEKMEK İSTEDİM'
ö İç kapakta ise, Doğu Karadeniz 'Lazistan' olarak adlandırılmış... Bu harita nereden çıktı?
Bu haritayı biz İngiltere'de British Museum'da bulduk. Neil Jenkins orada araştırdı. Artık var olmayan bir ülke bu. Lazistan değil ama Megrelya benim için önemlidir orada. O eski haritada Lazistan'la birlikte birçok başka isimler de var artık var olmayan. O var olmayan Megrelya denen ülkede benim köklerim yatıyor ve artık yok... Bu artık olmayan ülkenin haritasını koyarak oraya bir gönderme yapmak istedik. Bu benim içimdeki sürgün duygusu ile örtüşen bir çalışma aynı zamanda. Lazistan sözcüğü üzerinde başka bir gazete çok fazla durdu ama bunu sözcüğün veya haritanın kullanışamacı sanıldığı gibi değil. Ya da çekilmeye çalışılan yerdeki bakış gibi değil. Eskiden Megrelya diye bir ülke vardı; Gürcistan tarafından sonra bölünen. Artık yok, çok eski bir tarih bu. Megreller ve Lazlar; esasında Megrelya'dan dağılmış olan insanlar. Zaman içinde Trabzon Rum İmparatorluğu, Bizans Dönemi ve sonraki yönetimler, o bölgede yaşayan herkese Laz adını vererek bir genelleme yapmış. Megreller bizim Lazca dilini konuşan insanlarımız. Bir kısmı Gürcistan'da yaşar, bir kısmı bu tarafta. İşte bu iki Lazca parçanın amacı bu. Siz bana bu soruları soruyorsunuz ve insanlar Megreller kim, Lazlar kim, o dil ne diye sorular soruyor ve bu bir farkındalık yaratıyor. Bir sonraki proje biraz daha ileriye giderek, biraz daha o kültüre katkı sağlamaya çalışacak, korumaya yönelik bir şey bu. Bu bile bir şey...

ö Yurtdışında nasıl tepkiler alıyorsunuz bunca ilginin üzerine? Nasıl yorumluyorlar müziğinizi?
Batı enstrümanlarının Doğu ezgilerine eşlik ederkenki tavır değişikliği, oradaki müzisyen arkadaşlarımıza çok yakın gelmiyor. Bir de asıl kimliğim Lazlık. Ve bu onların tanımadığı bir kültür. Çok ilgilerini çekiyor. Roger Mills de, Gürcistan'dan Megrel bir kadın sanatçıyla birlikte bir albüm çalışması yapmış. Çok duyarlılar yerel kültürlerin korunmasına karşı. Daha doğrusu benim çalıştığım müzisyenler bu tür konulara karşı çok duyarlı. Onların en çok ilgisini çeken şeyler o kültürlere ait özellikler... Tarihi nedir, dili nedir, nasıl yaşarlar, ne söylerler.

ö Yabancı basında sanıyorum Türk basınından daha çok yer alıyorsuz. Hatta şakılarınız BBC'nin playlist'inde bile yer alıyor...
'Sala' yayınlanır yayınlanmaz BBC'nin de linkli olduğu Fly Global Music Company'nin baş editörü çok güzel bir yorum yaptı. Bir önceki 'Kül' adlı albümüm BBC'de çalınıyor. Onun dışında Mondomix'le yapılan anlaşmadan dolayı Mondomix'in de yayın araçları var, dergileri var, orada yer alacaktır mutlaka. 'Songlines' diye bir dergi vardır, oradan ayrıntılı bilgi istediler. Daha çok yeni, yavaş yavaş ulaşıyor yabancı basına. Ama yorumlar çok iyi geliyor.

ö Şu an yeni bir albüm üzerine çalışıyorsunuz. Nasıl bir çalışma ile karşılaşacağız?
Ön çalışmaları yapıldı. Bu sadece bir albüm değil, çok kapsamlı bir çalışma olacak. İçinde resim, edebiyat ve müziği barındıracak. İngiltere'de bir caz grubu ile birlikte yapacağız kayıtları. Albüme bir kitap, bir resim sergisi eşlik edecek. Her ikisi de hem İstanbul'da, hem Bristol'da yapılacak. Yeni Zelandalı bir yazar da albümün kitabının İngilizce metinlerini yazacak. Çok ayağı olan, uluslararası, sınır ötesi bir çalışma olacak. Başka projeler de var. 2006 yılında bir müzik yapım şirketi kurdum, 'Sala' da oradan çıktı zaten, Museum and Catalog Music Production. Şu an 5-6 tane müzik projesi üzerinde çalışıyoruz. Hepsi yavaş yavaş ilerliyor. Yolda albümler var, bir tanesi ‘Sala'nın devamı diye düşünülebilir, bu sefer ölümü değil yaşamı irdeleyen bir albüm ama yine benim anladığım biçimde... Diğeri, üzerinde Roger Mills ile birlikte çalıştığımız ‘Once Upon a Time in Megrelya’. Bir başkası ‘Ruh Kesişmeleri’. Bu, Türkiye’deki çok genç, doğuştan yetenekli müzisyenlerle yurtdışındaki birkaç benzeri müzisyeni bir araya getirdiğimiz bir çalışma. ‘Ruh Kesişmeleri'nde ruhların içinde Aşık Veysel de var, bir taraftan genç ruhlar var, öteki taraftan ruh kardeşi olan İngiltere'den flüt sanatçısı var, ama sanki öte dünyadan geliyormuş gibi seslenen Veysel'in kendi sesi var, benim sesim var, onun söylediği ezgileri ben söylüyorum. Albüm benim üstüme kurulu değil. Bu gerçek bir kesişme. Şöyle ki; geçmiş, şimdiki zaman, gelecek, genç, yaşlı, yaşayan, ölmüş olan, hepsi bir arada. Bunun dışında single'larım var, şu an bir tanesi bitti. Miksajları İngiltere'de yapılıyor; bu singlelar da önümüzdeki ay yayınlanacak ve dijital olarak dağıtımına başlanacak. Ayrıca birçok proje var, hazırlıkları devam eden 5 tane albüm çalışmamız var toplamda. O albümlerin her birinin birkaç parçası kaydedildi, onlar siteye yakında yüklenecek, dinlenebilir duruma gelecek. Bir de benim için müziği sürdürebiliyor olmak, üretebiliyor olmak çok önemli.

ö En çok neden etkilenerek bu sürdürebilirliği sağlıyorsunuz?
Rüyalarımla... Gördüğüm rüyaların ardından şarkılar yapıyorum. Rüyalarım o kadar enteresan ve besleyici ki, geceleri uykuya dalmadan önce merakla gözlerimi kapatıyorum, bakalım bu gece ne göreceğim diye. Onun dışında hayata dair her şey, kendi iç sesim, şiir, edebiyat, resim, yalnızlığım, beni en çok besleyen şeyler. Yalnızlığım derken, ruhsalyalnızlığım, sık sık kaçmak istediğim yalnızlık. Ancak yalnızken üretebiliyorum, mutlaka yalnız olmam gerekiyor, başkalarının yanında söz yazamam, içimden gelmez.


DEPREMDE YAŞAM ÇOK ZORLAŞACAK!'
ö Siz aynı zamanda deprem yüksek mühendisisiniz. Ve sanıyorum müzikle olduğunuz kadar iç içesiniz mesleğinizle...
Evet inşaat mühendisi ve deprem yüksek mühendisiyim. Mezun olmadan 1 yıl önce çalışmaya başladım. Son 4 yıldır ileri deprem teknolojileri üzerine çalışan dünya lideri bir firmanın; Fip Industriale'nin Türkiye temsilcisiyim. Çok önemli birkaç proje üzerine çalışmalar yapıyoruz. Bir tanesi, Eskişehir-İstanbul arası hızlı tren projesi. Diğeri, İstanbul köprülerinin güçlendirilmesi projesi. Onda da bir Japon firmasıyla birlikte çalışıyoruz. Karayolları'na deprem teknolojileriyle ilgili seminer vereceğiz, İtalya'dan kıdemli mühendisler geliyor. Onun dışında benim kişisel olarak üstünde durmak istediğim konular; cam giydirme binalar... Mantar gibi cepheleri camla kaplanmış binalar yapılıyor İstanbul'da. Bunlar çevrelerinde çok büyük hasara yol açacak bir deprem olduğunda. Kimse bu insanlara dur demiyor.

ö Olası bir depremde sizce İstanbul nasıl bir şekil alacak?
Büyük bir depremde, İstanbul gibi büyük bir şehirde yaşamak çok zor olacak. Ancak İstanbul'un her tarafı aynı risk derecesini taşımıyor. Ben bu anlamda felaket haberi veren insan durumuna düşüp öyle bir manzara çizmek istemem. Ama altyapı çok zarar göreceği için böyle bir şehirde yaşamak çok zor olacak, bu kesin...

12 Şubat 2007 Pazartesi

KORHAN ABAY

Buradan değil İsveç’ten teklif
almam Aziz Nesin’lik bir hikaye!

Ünlü sunucu Korhan Abay, ‘Se Upp För Dararna’ (Kapılara Dikkat) adlı bir İsveç filminde başrol oynadı. Film için İsveççe öğrenen Abay; Türkiye’den değil İsveç’ten teklif almayı ‘Aziz Nesin’lik bir hikaye’ olarak yorumluyor...


Tiyatro kariyerine 1974 yılında başlayan ve o günden bugüne 25 tiyatro oyununda rol alan Korhan Abay, 1987 yılında başladığı sunuculuk kariyeri ile kendine apayrı bir yer edindi. Çoğunluğu canlı yayın olmak üzere 400 kadar TV programı ve 2004 yılında Türkiye’de gerçekleşen Eurovision Şarkı Yarışması da dahil 100’e yakın uluslararası yarışma ve ödül töreni sundu. İngilizce ve Fransızca’yı anadili gibi konuşan Abay; İtalyanca, Rusça, Almanca ve İsveççe sunuş yapabilmesi sayesinde, uluslararası etkinliklerin vazgeçilmez sunucusu haline getirdi.
Uzun süredir ekranlarda, sinema ve dizi projelerinde görmediğimiz Korhan Abay, şimdi karşımıza İsveç yapımı bir filmde çıktı! Senaryosunu Denize Karabuda’nın yazdığı, İsveç’in en ünlü sinema ve tiyatro starlarından Helena Bergström’üm ilk yönetmenlik denemesi olan ‘Kapılara Dikkat’ (Se Upp För Dararna) adlı film, geçtiğimiz hafta ilk sınavını Göteborg Film Festivali’nde verdi.
Abay, 15 yıl aradan sonra rol aldığı bu ilk sinema filminde, ailesiyle birlikte İsveç’e yerleşmiş ünlü bir kalp cerrahını canlandırırken, Rasim Öztekin ise Türk Dışişleri Bakanı’nı oynuyor.
Yönetmen Bergström’ün ‘Türkiye’nin en iyi oyuncularından biri’ olarak tanıttığı Abay’ın bu film için çok kısa bir süre içinde İsveççeyi öğrenmiş olması, hem yönetmeni hem de film ekibini çok şaşırtmış. Film için teklif geldiğinde İsveç dilinde ‘merhaba’ demeyi bile bilmediğini söyleyen Abay, dil bir proje için dil öğrenmenin kendisi için büyük bir keyif olduğunu belirtiyor:
“Bana önce İngilizce oynayacağım Dışişleri Bakanı rolünü önermişlerdi. Ama ben, kalp cerrahı Dr. Sinan Demiroğlu rolünü istedim. ‘Ama İsveççe bilmiyorsunuz’ dediler. ‘Daha 6 ay var, öğrenirim’ dedim. Her gün düzenli olarak İsveççe çalıştım. Ve rolü ben aldım...”
Korhan Abay, resmi galası dün gece Stockholm’ün ünlü sineması Rigoletto’da yapılan filmin Türkiye’de izleyici ile ne zaman buluşacağı belli olmadığını, ancak İstanbul Film Festivali ya da Antalya Atın Portakal Film Festivali’ne katılmayı düşündüklerini belirtiyor...

Sizi uzun zamandır göremiyorduk ve şimdi İsveç yapımı bir filmde karşımıza çıktınız. Türkiye’den ve Türkiye’deki yapımlardan uzak mı kaldınız biraz? Bu bilinçli bir tercih mi?
Türkiye’de devamlı çalışıyorum ben. Ama TV’de yokum. Özellikle uluslararası geceler olursa sunulması gereken; onların büyük bir çoğunluğunu ben sunuyorum. Antalya Film Festivali’ni geçen sene sunmuştum. Bu sene yine orada Altın Portakal çerçevesindeki bir başka geceyi sundum. Özellikle çok dilde yapılması gereken sunuşları yapıyorum. ‘Kapılara Dikkat’ ile birlikte, bildiğim diller arasına İsveççe’yi de ekledim, böylece artık 7 dilde sunuş yapabiliyorum. Dolayısıyla devamlı çalışıyorum ama televizyonda olmayınca, insanlar sizin kaybolduğunuzu, uzak kaldığınızı düşünüyor. Ama ben kendi işimle hala uğraşıyorum...

‘Kapılara Dikkat’ İsveç yapımı bir film. Bu projeye nasıl dahil oldunuz?
İsveç’te çekilecek bir film için bir Türk oyuncu arıyorlardı. Türkiye’nin Dışişleri Bakanı’nı oynayacak bir oyuncuydu bu. İngilizce oynaması gerekiyordu biraz da Türkçe konuşuyordu. İlgili kişiyle; senaryo yazarı olan ve castingle de ilginen Denize Karabuda ile randevulaştık. Buldular beni nasıl buldularsa... Eurovision için 2004’te yaptığım sunumdan dolayı İsveç’te tanıyorlarmış beni; onun da etkisi oldu. Yabancı dil bilen Türk aktörler kimler var diye düşünürlerken yolları benimle kesişmiş. Filmin konusunu anlattılar. Mmemnuniyetle oynamak isteyeceğimi söyledim. Konuk oyuncu gibi, önemli ama nispeten küçük bir roldü bu. Türk doktor rolünü kimin oynadığını sordum hemen. Doktor dediğim; Türkiye’den ailesiyle oraya göçmüş çok başarılı bir kalp cerrahı... Orada doktorluk yapmasına izin vermiyorlar ve o da metroda vatman olarak çalışmaya başlıyor. Doktoru İsveççe bilen İsveç’teki Türklerden birinin oynayacağını söylediler. Denize Karabuda, “Sizin tipiniz çok uygun diye yönetmen Helena Bergström’le ve prodüktörle de konuşmuştuk ama size söylemedim bile çünkü İsveççe bilmeniz gerekiyordu” dedi. Ben de “Çekimlerin başlamasına daha 5-6 ay var, ben İsveççe’yi öğrenirim. Şu anda Rusça öğreniyorum, ara verirsem oğrenirim” dedim. Fransa’dan kitaplar getirttim. Birkaç gün içinde başladım çalışmaya. Çok heyecan vericiydi. 3-3,5 hafta sonra, adımı söylemeden İsveççe konuşmaya başladım. Yönetmen ilk anda ben olduğmu anlamadı ama sonradan çok hoşuna gitti.

İlk gösterim önceki hafta Göteborg Film Festivali kapsamında yapıldı. Nasıl tepkiler aldı film, eleştirmenlerden nasıl yorumlar geldi?
İsveç’te bir filmin ayakta alkışanması olağan bir şey değilmiş; çok ciddi uzun alkışlar geldi. İsveçliler çok etkilendiler ki kolay kolay etkilenmez onlar. Bir de Göteborg Film Festivali’nin 31’inci yıldönümüydü bu. Son derece yerleşmiş bir festival ve oradaki sinema seyircisi de hakikaten bilinçli ciddi ve zor beğenen bir sinema seyircisi. Onun için benim beklediğimin çok üzerinde oldu diyorum tepkiler. Yönetmen Helena Bergström orada ünlü bir oyuncu, yıldız aslında. Onun ilk yönetmenlik denemesi olmasına rağmen çok başarılı bir iş çıkardı. Oyuncu seçimleri de tabii ki bunun bir parçası. İsveçli cast da çok iyiydi. Bu arada ben doktor rolünü kapınca, bana Türk Dışişleri Bakanı rolünü kime oynatacaklarını sordular. Ben de Rasim Öztekin’i tavsiye etmiştim.

Neden aklınıza gelen ilk isim Rasim Öztekin oldu?

Rasim benim Galatasaray Lisesi’nden arkadaşım. Senaryo’da da Galatasaray Lisesi’nden arkadaş bu iki karakter. Orada çok duygusal sahneler var. O sahneleri Galatasaray Lisesi’nin o havasını bilen biriyle oynamak daha keyifli olur diye düşündüm. Önemli nedenlerden biri de, Dışişleri Bakanı’nın okuldaki lakabının Şişko Mehmet olması. (Gülüyor) Şişko Mehmet olunca, o rolü oynayacak kişi sırım gibi olacak değil ya! Ben oynasaydım, herhalde lakabı Şişko Mehmet olmayacaktı... Ya da sonradan rejim yapmış zayıflamış olacaktı. (Gülüyor) Çekimler çok güzel geçti. Özellkle de Rasim’le karşılıkla sahneler çok duygusaldı.

Eğer size ilk teklif edilen 'Şişko Mehmet' lakaplı Türk Dışişleri Bakanı rolünü üstlenseydiniz; rol için fiziğinizde değişime gitmeyi göze alır mıydınız?
Vücudumla oynamayı çok fazla sevmem ama rol gerektiriyorsa, tıbbi kontrol altında olmak kaydıyla elbette yaparım. Ama yeni bir dil öğrenmeyi tercih ederim. İnsanın vücudu bir kere geliyor ve hırpalamak istemem. Ben bütün yaptığım işleri çok ciddiye alıyorum. Dünyada muhtemelen 7 dilde canlı yayın sunabilecek belki 20 kişi, belki 50 kişiden biriyim.

Filmin konusu nedir? Sanıyorum ırkçılık karşıtı bir mesajı var...
Doğru ama sert mesajlarla ırkçılık karşıtı bir toplumsal mesaj veren film olarak görmemek lazım. Bir hikayeyi, insanları anlatıyor. Oldukça da eğlenceli ve mizaha ağırlık veren bir üslupla yapıyor bunu ama bu arada ciddi mesajları da var filmin. Hem güldüren hem duygulandıran hatta zaman zaman da gözleri yşartan bir film oldu. Göndermeler yapıyor. ‘Kapılara Dikkat’ derken, sadece metronun açılan kapanan kapılarını kastetmiyor elbette. İnsanlar arasındaki kapılar, toplumda, aile bireyleri arasında, düşünce sistemleri arasındaki kapılara dikkat demek istiyor. Bu film sıkıcı bir sanat filmi olarak değerlendirilemez. Çok eğlenerek seyredilen bir film. Zaten eleştirilerin çoğu da öyle.

Film diğer Avrupa ülkelerinde de gösterilecek mi? Ve tabii Türkiye’de?
İsveç’te 140 sinemada gösterime girecek, ayrıca bütün dünyada da gösterilecek... Ama Türkiye kousunda bir şey diyemem çünkü o dağıtıcı firmanın yaptığı anlaşmalara bağlı. Türkiye’de daha anlaşma yapılmış değil henüz daha yeni çıktı çünkü film. Ama gelirse ya İstanbul Film Festivali’ne ya da Antalya Film Festivali’ne katılacak. Şartlar uygun olursa bu festivallere katılmayı düşünüyorlar.

Bu rol sizin için ne ifade ediyor? Kariyeriniz için ne kadar önemli sizce?
Benim hem oyuncu, hem de sunucu olarak, dünya standartlarında ve dünya standartlarının üzerinde bir hizmet vermek, kendi mesleğimi icra etmek gibi bir iddiam var. Birkaç Türk filminde oynadım çok önemli sanatsal değeri olan filmler de değildi. TV dizilerinde oynadım, tiyatroda 25’ten fazla oyun oynadım. Ama hiç uluslararası bir yapıma imza atmamıştım. Dolayısıyla bu benim için anlamlı bir çalışma oldu. Dünyada bu işler nasıl yapılıyor onu daha yakından görmüş oldum.

AZİZ NESİN’LİK BİR HİKAYE


Bu yıl Türk Sineması’nda 40’tan fazla film çekildi. Ama biz sizi bu yapımlardan birinde değil, İsveç yapımı bir filmde görüyoruz. Hiçbir sinema filmi için teklif almadınız mı?

(Uzun kahkahalar..) Benim için yurt dışında bu şekilde yer almak çok değerli tabii ki ama bunun da ötesinde biraz da komik! Aziz Nesin’lik bir hikaye bu! Gözlerinin önündeki oyuncuyu, ki sinema yönetmenlerinin çoğu benim arkadaşım... Bir kısmı çok eski arkadaşım. Sinan Çetin gibi, Mustafa Altıoklar gibi... Diğerlerinin çoğunu zaten tanıyorum. Burada hiç kimseden bir teklif almamış olmak çok enteresan ve İsveç’ten gelip beni bulmaları hakikaten enteresan! Bir de şu var; ben kötü bir oyuncu olsam, orada da benim oyunculuğum vasat bir şekilde geçip gitmiş olsa, ‘haklı demek ki Türkiye’deki arkadaşlarım’ derdim. Çünkü Türkiye’de kimler, ne roller oynuyor onları görüyoruz... Onların yanında benim oyunculuğum yanyana getirilemeyecek bir şeydir herhalde! Orasına girmeyelim...

Neden değerlendirmiyorlar peki sizi?
Çünkü 7 dil bilen oyuncuya ihtiyaçları yok! Bir tek dil yetiyor (kahkahalar)... Bu soruyu bana sormamak lazım. Ben de gidip kimseye ‘beni niye oynatmıyorsunuz’ diyecek değilim. Ben de her filmde oynamam yani.

Bütün yönetmenler arkadaşım diyorsunuz. Biri bile demedi mi ‘gel birlikte çalışalım’ diye?
Yok, demediler ama bundan sonra konuşuruz belki... ‘Gel şurada konuk oyuncu ol’ diyen bile yok! Ufak tefek, değersiz teklifler olmuştu bir ara ama benim olmamın bir şey değiştirmeyeceği ufak şeylerdi... Düşündükçe bazen ciddi ciddi gülüyorum. İsveç’ten gelip beni keşfediyorlar, buradaki 40 yıllık arkadaşlarımın aklına gelmiyor, komik işte!

Siz nasıl buluyorsunuz bu sene Türk sinemasını? 40’dan fazla film çekilmesi için ‘sinemamız sıçrama yaptı’ dendi, ‘güçleniyor’ dendi...
Son yıllarda çok güzel filmler izledim. Önceleri çok daha az sayıda olan kaliteli yapımların sayısı son yıllarda arttı. Antalya’dayken seyrettiğim iki film; ‘Babam ve Oğlum’ ile ‘Takva’ çok güzeldi. Ticari, çok fazla değeri olmayan filmler de arada çıkıyor tabii. Bu 40 filmin 30’u belki ticari ama 10 tane de çok güzel film yapılıyor. Ama bu 30 filme dayanarak ‘Türk sineması ayağa kalktı’ demek çok gerçekçi olmuyor. ‘Emret Komutanım Şah-Mat’ gibi filmler de olması gereken, filmler. Bu televizyonlarımızın bize hediyesi. Zeka yaşı 7, 8’e hitap eden filmler... Çünkü maalesef televizyondaki pek çok programda, kaliteli birkaç programı ayrı tutalım, düşük IQ düzenine hitap ediyor. O da reyting sisteminden kaynaklanıyor. Dolayısıyla sinema da onu izliyor.

İsveç’te Türk sinemasını tanıyorlar mı?
Tanımıyorlar. Aşağı yukarı hiçbir fikirleri yok. Yılmaz Güney’in filmlerini falan herkes biliyor, yani Cannes’da başarılı olmuş filmleri... Onun dışında Türk sinemasını tanımıyorlar. Ben buradan götüreceğim birkaç film zaten, Türk sineması hakkında fikir vermesi için. Helena Bergström’ün eşi bizim filmin prodüktörlüğünü yapıyor, aslında yönetmen. Helena’nın oynadığı filmlerin çoğunluğunu o yönetiyor. Bu yaz çekeceği filmin bir bölümünü İstanbul’da çekmeyi düşünüyor. Eğer ortak bir yapımcı bulursak mutlaka burada çekecek. Türkiye ve Türk sinemasıyla bu filmden sonra, biraz da bizim aramızdaki dostlukların gelişmesi sonucu çok daha gelişeceğine inanıyorum. İsveç sinemasıyla aramızda bir köprü kurulacak.

İzlemeleri için yanınızda hangi filmleri götürmeyi düşünüyorsunuz?
‘Takva’, ‘Babam ve Oğlum’, ‘Cenneti Beklerken’, Fatih Akın’ın bir filmi muhakkak, Nuri Bilge Ceylan’ın bir filmini götürebilirim keza. ‘Hababam Sınıfı Askerde’yi, ‘Kurtlar Vadisi Irak’ı götürmeyeceğim kesin!


Timuçin ateşli
bir çıkış yapmış!

Bu film Türkiye’de gösterilse nasıl bir tepki alır izleyiciden ve eleştirmenlerden?
Bizim eleştirmenlerimiz o kadar kötü niyetli eleştirmenler değil. İsveçli eleştirmenlerin daha acımsız olduklarını düşünüyorum. Çünkü bizimkilerde, her şeye rağmen emekleme aşamasında olan sinema endüstrisini biraz da olsa destekleme kaygısı vardır. Kötü bile oynamış olsa ‘vasat’ derler mesela. Oralarda yok böyle bir şey.

Atilla Dorsay ‘Emret Komutanım Şah-Mat’ için gayet acımasız bir eleştiri yaptı; ‘gitmeyin’ bile dedi film için...
Ben filmi görmedim, Atilla Ağabey’in yazısını da okumadım ama elbette saygı duymak lazım onun düşüncesine de...

Demek ki bizde de acımasızlık var artık. Onlara göre, söz konusu proje iyi yorumları hak etmiyorsa, hiçbiri sırf destek olmak adına beş yıldız vermiyor...
Tabii... Mesela İngiltere’nin önemli bir sinema yayını Variety dergisinde bizim filmimize çok olumlu eleştirisi yapıldı. Orada çok olumlu eleştiri çıkması çok hoş; çünkü onlar çok acımasızdır, kimsenin gözyaşına bakmazlar... Burada izleyicinin nasıl bir tepki vereceğini bilemem ama vurdu-kırdı seyretmek için ya da lüzumsuz IQ’su düşük esprilere kahkahalarla gülelim diye giden seyirciyi bilemem. Ama kimse sıkılmayacatır ondan eminim. Büyük iş yapar mı; bence yapması lazım ama Türkiye’de bilemezsiniz.

Timuçin Esen, geçtiğimiz günlerde ‘Türkiye’de yeterince eleştirmen yok’ demişti. Sizce de yeterince eleştirmen yok mu? Türkiye’de sinema eleştirisi doğru yapılıyor mu?
Timuçin daha çok genç olduğu için ateşli çıkışlar yapabiliyor. Bazen de belli kontarstlara dikkat çekmek için abartılı çıkışlar yapmakta yarar vardır, kendi düşüncesidir. ‘Yeterince’ dediği nitelik açısından mı nicelik açısından mı acaba? Türkiye’de yeterince öğretmen var da yeterince eleştirmen mi yok? Türkiye’de yeterince belli niteliklere sahip bilim adamı var da eleştirmen mi yok? Türkiye’nin mesela Milli Eğitim Bakanlığı müsteşarı ne kadar yeterli ise, Türkiye’nin sinema eleştirmeni de üç aşağı beş yukarı o kadar yeterlidir. Şimdi sinema eleştirmenleri de çıkıp ‘Türkiye’de aktör yok’ deseler, haklı mı olurlar haksız mı olurlar? O zaman o da haklı. Ülkenin düzeyi neyse, aktörü de o kadar olur, sayıca da nitelikçe de. Halkımız ne kadar eğitimli ve iyi olursa, elbette ki alttan gelen itme, öğretmenini de, aktörünü de, eleştirmenini de, gazetecisini de, politikacısını da etkileyecektir, onlar da o kadar nitelikte olacaklardır.

Eurovision görsel bir şov

Türkiye’deki müzik eleştirmenleri Eurovision’u çok büyüttüğümüzü söylüyor. Sizinse 2004 yılında bu sunumdan dolayı çok mutlu olduğunuzu biliyorum. Sizce ne kadar önemli Eurovision?
Eurovision şarkı yarışması bir şov. O gece belki 1 milyar kişiye yayınlanan, resmi rakamlara göre de neresinden baksanız 150-200 milyon kişinin bilfiil seyrettiği bir olay olduğu için bizim mesleğimizde çok önemli. Kariyer açısından ben istiyordum, yoksa Eurovision şarkı yarışmasını her sene seyredeyim falan diye bir durumum yok. Bu seneki Eurovision için ne düşünüyorsun diye filan sorduklarında, ben Eurovision’u seyretmiyorum, sadece sunuyorum diyorum. Ama Kenan Doğulu çok iyi bir tercih. Kenan bir profesyonel, çok iyi bir müzisyen, çok da sempatik. Türkiye’yi en iyi şekilde temsil edecektir. Ama alacağı dereceyi tahmin edemeyiz. Birincilik çok zor bir şey. Sertab’ın yaptığı olay Türkiye’ye kazandırdığı şey hakikaten çok büyük bir olay.

11 Şubat 2007 Pazar

VURAL GÖKÇAYLI

27 ŞUBAT’TA AVON’LA SAĞLIĞA YOLCULUK PROJESİ KAPSAMINDA ‘PERSPECTIVE’ DEFİLESİ YAPACAK OLAN VURAL GÖKÇAYLI:

Kültür birikimimi
bu defile ile
ortaya koyacağım



Ünlü modacı Vural Gökçaylı, şubat ayının son haftasında gerçekleştireceği çok özel bir defile ile, 1970’lerden günümüze oluşturduğu tüm koleksiyonlarının bir karmasını ortaya koyacak.
Ünlü modacının “Vural Gökçaylı’nın kültür birikimimi aktarmak, modayla yaşam tarzını göstermek istedim” diye özetledi ği ‘Vural Gökçaylı-Perspective’ adlı defilesinin bir diğer özelliği ise; defilenin ‘Avon’la Sağlığa Yolculuk Projesi’ kapsamında gerçekleşecek olması. Davetiyeleri Biletix üzerinden satışa sunulacak olan defilenin biletlerinden ve açık arttırmadan elde edilecek gelir; meme kanseri konusunda kadınları bilinçlendirmeyi, teşhis ve tedavi aşamalarında destek olmayı hedefleyen ‘Avon’la Sağlığa Yolculuk Fonu’ kapsamında kullanılmak üzere Türk Kanser Araştırma ve Savaş Kurumu’na aktarılacak. 27 Şubat Salı akşamı Conrad Otel’de gerçekleştirilecek olan defilede Çağla Şikel, Sema Şimşek, Julia Nitu, Bilge Karaduman, Tuğba Karaca gibi Türkiye’nin başarılı mankenleri podyuma çıkacak; meme kanseri için tasarlanan özel bir kıyafet ise açık artırmayla satışa sunulacak.

Avon’la Sağlığa Yolculuk projesi kapsamında vereceğiniz defilenin en önemli özelliği ve diğer çalışmalarınızdan farkı nedir?
Avon bu defile için vesile oldu. Bu asıl meme kanseri için yaptığım bir şey. Eşim de bu hastalığı geçirdiği için biz bu konuyu misyon edindik. Eşim de Meral Gökçaylı varoşlarda kadınları bilinçlendirmek adına konuşmalar yapıyor. Çünkü bazen göğüslerinde bir şeyler oluyor, anlamıyorlar. Ama doktora bile gitmiyorlar. Erken teşhisin önemi çok büyük. Bunu insanlara anlatmak herkesin vazifesi olmalı. Ben de bize düşen vazifeyi yaptığımıza inanıyorum. Avon’la bütün ilişkim bu...

Yani bu projeye dahil olmanızın en önemli sebebinin, eşiniz Meral Gökçaylı’nın rahatsızlığı olduğunu söyleyebiliriz...
Evet... Çünkü eşimin en büyük şansı erken teşhisti. Fibokistik göğüstü onunki. Fibokistik göğüslerin her 6 ayda bir mutlaka muayene olması gerektiğine inandık. Çünkü eşimin annesinde vardı böyle bir şey. 20 yıldan beri eşim her 6 ayda bir göğüslerini kontrol ettirirdi. 2001’de Çırağan Sarayı’nda çok büyük bir defilem vardı. Sabah duştan çıktı, halbuki 3 ayı daha vardı kontrole. 3 ay evvel bütün analizlerini yaptırmıştı, hiçbir şeyi yoktu. Sabah duştan çıktı, bizim de 3 gün sonra defilemiz vardı, göğsünde bir şey hissettiğini söyledi. “Sana sinir oldu bu, defile esnasında bunu çıkarma, defileden sonra gideriz” dedim. “Hayır ben yarın göstereceğim” dedi. Ertesi gün gitti doktora. Küçük küçük parçalar aldılar, o halet-i ruhiye içinde defileye girdik. Ertesi günü de Ankara’ya uçacaktık. Neticeden haberimiz yoktu, ben hiçbir şey çıkmayacağına inanıyordum. Ankara’da Fransız Büyükelçiliği’ndeki defileden hemen önce haber geldi. Aynı tiyatrocular gibi; hiçbir şey yokmuş gibi defilemizi yaptık! Sonra İstanbul’a geldik, ameliyat olması gerektiğini söylediler. Ben Türkiye’de yaptırmak istedim, çünkü Türkiye’deki doktorlar dışardakilerden daha insancıl, daha yakın, daha şefkatli. Meral Demirel diye bir doktorumuz var, meme kanserinde bence dünyadaki birkaç doktordan biri. Meral’in saçları döküldü, saçlar kesildi, peruk taktı, ama sosyal yaşantıdan onu hiç eksik etmedim. Çünkü bir kocanın en büyük vazifesi destek olmaktır. “Sen hasta değilsin, bu nezle gibi bir şey, geçecek” dedim. İlk seferde sağ göğsü aldılar, sonra sol göğsü de ileride almak gerektiğini söylediler. Eşimin de estetik kaygısı vardı. Bir akşam Dolmabahçe Sarayı’na davetliydik. Smokinli, tuvaletli bir davetti. Peruğunu kuaföre yolladı şoförle. Her şey hazırdı, kirpiklerine son bir rötuş yaparken kirpikler düştü. Tabii metin olmak lazım. Makyözümü çağırdım. Eşim gitmek istemedi, ben zorla ‘gideceksin’ dedim, kirpikleri taktık gittik. Sonra makyöz her hafta geldi, kirpikleri taktı. Biz artık dalga geçiyorduk, hatta Sevgililer Günü’nde karlı bir havada ayağı kaydı, peruk kafasından çıktı... O sırada tedavi bitmek üzereydi, saçları yeni çıkmaya başlamıştı, bir santim kadar olmuştu. Arkadaşlar, “Ne kadar güzel olmuşsun, peruk takma artık” deyince peruğundan vazgeçti. Arkadan kirpikleri çıktı ve tedavi bitti. Sonra estetik yapıldı. Dolayısıyla erken teşhis çok önemli. Herkesin mamografi yaptırması lazım, eşlerin önemi yardımı çok önemli. Çünkü bugün kadına olabilir, yarın erkek prostat kanseri olabilir. Erkeğin en büyük korkusu prostat kanseri, kadının en büyük korkusu göğüs ve rahim kanseri...

Bu defilede açık artırmayla satılacak bir elbise var. Bu kıyafetin özelliği nedir?
Evet pembe bir elbise var, onlara hediye ediyorum. Onu satıp belki bir makine alacaklar... Zaten Bütün bilet satışının gelirini de projeye bırakıyorum. Ben bunu bedelsiz yapıyorum, beş para da almıyorum.

Avon ile elele gerçekleştireceğiniz bu defilenin yurtdışı ayağı olacak mı?
Bilmiyorum. Ben perspektif bir defile sunacağım. 68 olaylarıyla ilgili bir defilem var bunun içinde. 2006’da yaptığım son defilemdir o. Ben 67 sonu, 68 başında Paris’teydim; talebe olaylarının başladığı dönemde. Bu seneki son defilemi, o dönemin günümüze adaptasyonu, o şık kadın imajından yaptığım bir koleksiyon. Bir de geçen yıl çok özel bir teklif almıştım. Ressam arkadaşlarım bana bir sürpriz yaptı. Profesör Adnan Çoker, kumaş deseni yapacaklarını, benim de kreasyon yapmamı teklif etti. Onlar 11 sanatçı idi, moda tasarımcısı olarak benimle birlikte 12 sanatçı olduk. Evvela yapabilir miyim diye düşündüm. Daha önce Bedri Rahmi Eyüboğlu ile çalıştım, Jale Yılmabaşar’la çalıştım, ama 12 kişi bir arada bir şeyler yapmak çok güçtü. Tek tek hepsiyle temas kurarak muhteşem bir şey yaptık sonunda. O defileden de bazı parçalar bu defilede yer alacak. Bu proje kapsamında 27 Şubat’ta Conrad Otel’de gerçekleştireceğimiz ‘Vural Gökçaylı-Perspective’ defilesinde bir karma koleksiyon sunacağım. Yani Vural Gökçaylı’nın kültür birikimimi aktarmak istedim, modayla yaşam tarzını göstermek istedim. Yabancı gazeteciler bana “Türkiye’de haute couture yapıyorsunuz, kim giyiyor bunları, biz sokağa indiğimiz zaman şık insan görmüyoruz, Avrupalı gibi giyinen de pek görmüyoruz” diyorlar. Bir kere evimde bir davet verdim, bu kez de dediler ki, “Suudi Arabistan’da da böyledir, sarayda muhteşem davetler olur, sokakta insanlar başka giyinir.” O çok ağırıma gitti benim. Yani ne yaparsanız yapın yaranamıyorsunuz! Ama her şeyden evvel Türkiye’nin sanatını, kültürünü Avrupa’ya anlatmak lazım.

Modanın gücüne inanıyor musunuz?
Modanın gücü var tabii, insanlara bir yön vermek. Çünkü moda her zaman insanların yanındaydı, insanlar giyindiler. Zaman zaman bir psikologun yapamadığını, bir moda tasarımcısı bir müşterisiyle arasındaki diyalogla onu mutlu kılarak, ona yeni bir çehre kazandırarak, yeni bir şekil kazandırarak verebilir. Kızıl Çin’de moda yok, prototip, herkes aynı giyiniyordu... Bugün orada bile moda olduğuna göre, moda var ve güçlü. Yalnız moda Türkiye’de mutlu azınlıkta var. Türkiye’deki gibi uçurumlar hiçbir ülkede yok, sosyal fark yok. Sosyal fark Türkiye’de modada da var, yaşamda da var, hastalıkta da var, her şeyde var. Moda çok güçlü bir şey. Sanat ve bilimin içinde moda var. Onu bilmiyor, reddediyorsak, o zaman yaşamasını bilmiyoruz demektir. Ama nasıl ki uygarca yemek yemesini biliyorsak, çatal-bıçak kullanmasını biliyorsak, modayı da kullanmasını öğrenmemiz, öğretmemiz gerekiyor.

Mahmutpaşa'da da tişörte ay-yıldız konuyor!
Atıl Kutoğlu, New York Moda Haftası’nda manken Lydia Hearst’e üzerinde ‘YE YA DA ÖL’ yazan bir tişört giydirdi. Bu, sıfır beden olma uğruna hayatını kaybeden mankenlere dikkat çekmek amacını taşıyordu. Bu iyi bir örnek olabilir mi modanın gücüne? Bu tür tepkiler dikkat çeker ve amacına ulaşır mı sizce?
Haute couture’ün bazı kaideleri vardır, konfeksiyon gibi her şeyin üzerine yazılacağı bir hadise değildir. John Galliano gibi giyilmeyecek teatral, inanılmaz şeyler yaparsınız ama bir mesaj verirsiniz. Mesaj tutar veya tutmaz, çünkü görsel bir şölendir yaptığı. Ama aslında moda giyilebilir, kullanılabilir bir malzemedir. Bir modacı sanat eseri gibi üretir yaptığı şeyi, bir konfeksiyon tasarımcısı, zaten ‘malımı alıyorum, malımı veriyorum’ diye konuşur. Çok büyük fark var. Yaptığınız bir şeyin üzerine başka bir şeyin işaretini koymak bence konfeksiyona girer! Mesaj verilir koleksiyonlarda, ben her zaman mesajımı vermişimdir. Mesleğime başladığımdan beri Anadolu medeniyetlerinden yola çıkarak koleksiyonumu bugüne kadar getirdim. Nedir Anadolu medeniyetleri, nedir benim ilkem? Anadolu’dan geçen bütün medeniyetlerin mirasçıları biziz. Selçuklular, Hititliler, Roma, Bizans, Osmanlı... Benim 1968’den beri bu tür denemelerim var ama çağdaş modanın içinde bunlar birer noktadır. Bu seneki koleksiyonum 68 olaylarıyla ilgili bir koleksiyondu. Çünkü moda her zaman ekonomi ve politikanın içindedir.

Yani Atıl Kutoğlu’nun verdiği mesaj sizin sıcak bakacağınız mesaj değil...
O benim için herhangi bir konfeksiyoncunun yapabileceği bir şey... Bir tişört yapıp da ‘ben haute couture yapıyorum’ diye podyuma çıkarmam. Yaptığı şeyi beğenmiyorum demiyorum ama öyle iddialı bir moda tasarımcısıysanız bir tişörtün üzerine bir imaj yapıp çıkarmazsınız! PR (halkla ilişkiler ve tanıtım) olayı bizim mesleğimizde çok önemlidir. Burada en güzel PR olayını Rıfat Özbek yaptı. Londra’dayken çok iyi bir PR şirketiyle anlaştı. İşte onda varım... Bu, tişört üzerine bir şey yazmak değil... Daha yeni başlamıştı, keşke işleri daha iyi olsaydı, finans kaynağı devam etseydi de Rıfat’ı Londra’da görseydik! Çünkü Londra’da bizi çok iyi bir şekilde temsil ediyordu. Orada bir tayyör tasarladı, uzun bir ceket... Kollarında, yakasında, cep kapağında ipliklerle işlenmiş bir ay-yıldız vardı. PR şirketi bunu Prenses Diana’ya giydirdi. Diana, bir merasime üstünde ay-yıldızlı tayyörle geldi. İşte PR! Bu gerçek bir mesaj! İngiltere kraliçesi Protestan olan bir ülkede ay-yıldızlı ceket giydiriyorsan, orada bir şeye imza atıyorsun demektir... Ama bir tişört giydirmek derseniz... Tişörtlere Mahmutpaşa’da da ay-yıldız konuyor, arkasına Amerikan bayrağı konuyor falan...

Peki Kutoğlu’nun tepki gösterdiği sıfır beden konusunda siz ne düşünüyorsunuz?
Sıfır beden çok saçma bir şey, hiçbir zaman kabul etmedim. Hele haute couture’de sıfır beden mevzu bahis değil! Çünkü biz 20 yaş üzerinde mankenleri kullanıyoruz, daha şık kadın imajını yansıtabilecek; kalçası, göğsü, boyu bosu olan, prezansı olan, boyunu kullanmasını bilen kadınları... Çoluk-çocukla, sıfır bedenle uğraşacak halimiz yok... Sıfır bedeni konfeksiyoncular kullanmak istediler ama o da fos çıktı. Bana göre en iyi beden 38. Biraz kısa boylu kadınlar 36 beden oluyor.

Herkes sizin gibi ünlü modacıların tasarladığı giysileri satın alamıyor. Çünkü hem pahalı hem de houte coture... Siz de Cengiz Abazoğlu’nun yaptığı gibi herkesin satın alabileceği fiyatlarla satılan bir koleksiyon hazırlamayı düşünüyor musunuz?
Ben öyle bir şey yapmayı hiç düşünmedim. Bir kere böyle bir denemeye girdim Konfeksiyonun dikilirken, imal edilirken nasıl dejenere olduğunu gördüğüm için istemedim ve houte couture yaptım. Fakat bilinçli ve zevkli bir insan aslında küçücük bütçesiyle de çok şık olabilir. İlle de herkesin houte couture giymeye mecburiyeti yok. Her keseye uygun her şey var. Bir de Türkiye’de, her davete, her yere ayrı giysi gimek gibi bir takıntı var. ‘Ben bunu giydim, bir daha giymeyeyim’ gibi. Tamamen tüketici bir kadın imajı var Türkiye’de. Benim çok zengin müşterilerim de var, bunlar senede bir iki parça yaparlar ama şık isterler. En iyi kumaşı, en iyi dikişi, en iyi tasarımı isterler. O sezondaki davetleri o elbiseleri giyer, ara sıra birkaç tane hazır giyimden ilave ederek giyer, bir sene evvelkini iyi saklar, kombin yapar. Bu matematik gibi bir şeydir. Bir kere renginize karar vereceksiniz. Ben gündüz hayatımda siyah ve beyaz giyerim, çok enderdir renkli giydiğim, Kırmızı kazak giyerim bazen. Gece giydiğim elbiselerim laciverttir, gridir, siyahtır. Giydiğim gömlek beyazdır... 20 sene evvel diktirdiğim elbiselerimi giyerim. Ama renk kompozisyonum uyar, kravatım, mendilim hepsinin tonları tutar. Yani renk, ahenk, bunları düşünerek bir dolabınız olursa rahat rahat hepsini hepsiyle karıştırarak giyersiniz. Şık bir kadının güzel bir blazerinin olması şart örneğin. Şık bir pantolonla bir blazer, dik yakalı bir kazak yahut dekolte bir şey, bir eşarpla giyebilirsiniz. Dümdüz küçücük bir siyah elbise her türlü aksesuvarla giyilebilir. Gardrobunuzu matematiksel bir zevkle dolabınızı ayarlamanız lazım.

İŞ KAZASINA İNANMIYORUM!
Bir kadının giyiminde dekoltenin sınırı ne olmalı sizce? Siz gizemden yana mısınız yoksa gösteriş ve dekolteden mi?
Modada her zaman cinsellik vardır. Ama modada teşhircilik yoktur. Teşhircilikmiş, iş kazasıymış, ben bunlara inanmıyorum! Bunlar tamamen sansasyon, renkli basının birinci sayfaya koyması... Bir kere manken denilen bu arkadaşlarımız, ki bizle çalışan mankenler hepsi birbirinden iyi... Çünkü manken seçiminde çok titizim. Manken kendisini değil, podyuma çıktığı zaman benim elbisemi temsil ediyor, benim elbisemi giyiyor. Podyumda kendisini değil benim elbisemi göstermesi lazım. İlk evvela beyninde hissetmesi lazım, ‘ben bu elbiseyi nasıl hissederim, nasıl taşıyabilirim?’ diye. Onu yapabilirse mesele yok. Ama bazı sansasyonel mankenler var, bizim de başımıza geldi, kuliste yakaladım; askıyı kopardı, göğsünü dışarı çıkardı! Bir daha da o tür manken asla istemedim. Biz artık o kadar zor bir şekilde kadromuzu seçiyoruz ki, o yüzden bizde bu tür skandallar olmuyor, bir kere oldu, bir daha olmaz inşallah.

Vural Gökçaylı’nın anlattığı ve yakalamayı hedeflediği nasıl bir kadın? En güzel modelinizin hep eşiniz Meral Gökçaylı olması; bu sorunun gerçek cevabı mı yoksa?
Eşim çok iyi taşır giydiği elbiseyi, bir dönem yaptığım kreasyonları 15-20 sene yalnızca eşimi düşünerek yaptım. Ama mankenlerin boyları şimdi 1.80 oldu, benim de eşimin boyu 1.78, onun için başka manken arkadaşın üzerinde kreasyonumu yaparım ama bantta Meral vardır hep. Ama benim gönlümdeki kadın imajı; biraz çocuksu, tabii ki güzel, zarif, elegan, kıyafeti çok iyi taşıyabilen, vamp... Mesela sorarsanız bana çıplak kadın mı bir erkeği daha çok tahrik eder, yoksa çok güzel giyinmiş bir kadın mı diye; tabii giyinmiş bir kadın daha çok tahrik edebilir derim. Daha hoştur... Ben çıplak bir kadını iğrenç bulurum. Her yaşın bir güzelliği var, her yaşın bir seksepali var, onu bilinçli bir şekilde kullanmak önemli. Benim için gelmiş geçmiş bütün akstrislerin arasında ise Audrey Hepburn gelir. İşte kendine her şeyi yakıştıran kadın!

Yıllar geçtikçe tarzınızda, sizin yarattığınız kadın çizgisinde neler değişti?
Şık kadın imajında değişiklikler var. O müthiş rafine, şık, Grace Kelly gibi, Audrey Hepburn gibi, biraz daha modern şekle sokuldu, her şeyin birbirine daha uyumlu hale geldi. Daha modern bir şekle sokuldu, renk formlarında değişimler oldu. Benim verdiğim mesaj, neoklasizm tarzında aradığım bir çılgınlık var, onu da buldum. Eğer ben yeni çıkan modacılar gibi uçsaydım, neoklasik olarak kalsaydım demode olurdum! Ama neoklasizm yani sağlam temeller üzerine kurduğunuz sanatın üzerine modern detaylarla oynadığınız zaman; işte o kalıcı oluyor. Yani özenle sağlam tekniği uçuk tekniği çok bilinçli bir şekilde kullanmak lazım. Bu buluşma benim bütün kolaksiyonlarımda vardır.

Ben diş doktoruyum diye çıkıyor muyum ortaya?
Mesela Emel Yıldırım Acar, moda dünyasına yeni adım atan isimlerden... Hatta koleksiyonunun çalıntı olduğu bile iddia edilmişti. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bir kere bu ismi ilk defa duyuyorum. Ama şunu söylemek istiyorum, ben Allah’ın bana verdiği yaratıcılığı bir lütuf olarak kabul ediyorum. Ben bunu senelerden beri en iyi şekilde yapmaya gayret ediyorum. Gökten zembille inip de ben modacıyım demek biraz abes oluyor ama Türkiye’de her şey oluyor! Ben bugün gideceğim, ‘diş doktoruyum’ diyeceğim, bir muayenehane açacağım, böyle bir şey olamaz. Bir moda tasarımcısıyla terzinin arasında ne kadar fark varsa, bir duvarcı ustasıyla mimar arasında o kadar fark vardır. Duvarcı ustasına mı evinizi yaptırırsınız, mimara mı? Bir moda tasarımcısına mı elbise diktirmeye gidersiniz, yahut terziye mi? Bu yeni açılan atölyeler, Aksaray’daki terzihaneler belki daha tecrübelidir, hiç olmazsa çocukluğundan beri dikiş yapıyordur. Ama gündelikçi terzileri prömiyer yaparak, ordan burdan toplanılan kalfalarla dikiş dikmekle bu meslek olmaz!

Dilek Hanif’in eski eşi Mehmet Hanif, soyadını geri almak istiyor. Dilek Hanif ise, soyadını kullanamazsa modacı kimliğinin zedeleneceğini söylüyor. Sizce bir modacının kariyerinde ne kadar önemli bir kayıptır bu? Siz olsanız bu durumda ne gibi bir çözüm üretirdiniz?
Eğer mesleğine güveniyorsa bence fark etmez... Bu durumu duyurmakta fayda var. Çok mühim bir şey değil, ben önemsemem böyle bir şeyi...

Gardırobunu size danışarak hazırlayan ünlüler var mı?
Sanat camiasıyla kesinlikle çalışmıyorum. Cemiyet hayatından tanınmış simalarla çalışıyorum. Operacılardan çalıştığım var, Pekinel kardeşler var, Verda Erman var, Ayla Erduran var... Onlarla arkadaşız, dostuz, ama diğer türlü ilişkilerin içinde olamam. Bugüne kadar magazinel bir görüntü içinde hiçbir zaman olmadım. Ben ömrümde gece kulübüne gitmem, davet varsa gideriz. Bizim en büyük mutluluğumuz evimizde olmak, müzik dinlemek, kitap okumak, içkimizi içmek, televizyona bakmak falan... Benim elbisemin kıymetini bilen, benim elbisemi en iyi taşıyan insandır benim için önemli olan. Benim elbisemi giyip iyi taşıyorsa benim baştacımdır...